Bu olguda gebelik takipleri özel bir üniversiteye bağlı hastanede yapılmıştır. Gebeliğin başlangıcından beri izlemi yapan kadın doğum uzmanları, aileye hamileliğin normal seyrinde ilerlediğini ve çocuğun gelişiminde herhangi bir anormal duruma rastlanmadığını söylemiştir. Ancak doğumda bebeğin sol ön kolunun dirsekten aşağısının olmadığı görülmüştür. Bunun üzerine gebeyi takip eden kadın doğum ve radyoloji uzmanları hakkında tazminat davası açılmıştır.
Adli Tıp Kurumu 3. Adli Tıp İhtisas Kurulu‘nun raporunda rutin ve ikinci düzey ultrasonografide her iki ekstremitenin görülmesi gerektiği, anneyi gebeliği süresinde 23-23 haftalarda gören kadın doğum uzmanı A ve 20. haftada 2. düzey ultrasonu yapan radyolog B ve 29. haftada gören kadın doğum uzmanının eylemlerinden tıp kurallarına uygun olmadığı yönünde görüş bildirmiştir.
Prematüre retinopatisine bağlı tazminat davalarında Danıştay yaklaşımı
Adli Tıp raporunda ileri gebelik haftalarında muayene amacının farklı olması nedeni ile anomalinin görülemeyebileceğinden bahisle gebeyi 38. haftada gören kadın doğum uzmanı D’nin eyleminin tıp kurallarına uygun olduğu belirtilmiştir. Raporda mevcut anomalinin hekimin eylemi ile ortaya çıkmadığı, hekimlerin eksik incelemesinin sadece ailenin bu sakatlıkla ilgili bilgilendirilmemesine yol açtığı ayrıca ifade edilmiştir.
Bu raporun sonrasında Adli Tıp Kurumundan bir de maluliyet raporu düzenlemesi talep edilmiştir. Bu hususta düzenlenen raporda, sol ön kol 1/3 proksimalden itibaren yokluğu sebebiyle % 35.2 oranında meslekte kazanma gücünü kaybetmiş sayılacağı ifade edilmiştir. Raporda ayrıca, maluliyetin hekimin eylemi ile ortaya çıkmadığı,doğumsal anomalinin tespit edilerek ailenin bilgilendirilmesi gerektiği, hekimin mevcut anomaliyi tespitte eksikliğinin olduğu bildirilmiştir.
Bunun üzerine Yerel Mahkeme tarafından doktorlar A, B ve C’nin maddi ve manevi tazminat ödemelerine karar verilmiştir. Verilen karara ilişkin olarak yapılan temyiz başvurusu ve sonucu hakkında gerekli açıklama aşağıda yapılacaktır. Ancak bunun öncesinde bazı hususları hatırlamakta yarar bulunmaktadır.
Ülkemizde gebeliğin sonlandırılması konusu 1983 yılında çıkarılan Nüfus planlaması Hakkında Kanunda düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre gebeliğin onuncu haftası doluncaya kadar annenin sağlığı açısından tıbbi sakınca olmadığı takdirde istek üzerine rahim tahliyesi yapılabilmektedir. Ancak gebelik süresi on haftadan fazla ise durum değişmektedir.
Gebelik süresinin on haftadan fazla olması durumunda, gebelik annenin hayatını tehdit ediyor veya doğacak çocuk ya da onun nesli için ağır sakatlığa sebep olacak ise rahim tahliyesi yapılabilir. Ayrıca gebeliğin devamı doğacak çocuğun ve onun çocuklarının ağır derecede sakatlığına sebep olacak ise yine on haftadan fazla gebeliklerin sonlandırılmasına izin verilmektedir.
Bu koşullar oluşmamışsa on haftadan daha uzun süreli gebelikleri sonlandırmak suçtur. Bu işlemin yetkili hekim tarafından gerçekleştirilmesi fiilin suç niteliğini değiştirmez ancak yetkili hekim tarafından gerçekleştirilmemişse verilecek ceza iki kat arttırılmaktadır. Ayrıca on haftadan daha fazla süreli gebeliğin sonlandırılmasına rıza gösteren kadının fiili de suç olarak kabul edilmiştir.
Somut olguda ise doktor A, B ve C kusurlu sayılmıştır. Ancak bu olguda doktorların kusurlu sayılmış olsalar da ortaya çıkan sonuçtan doğrudan sebebiyet vermiş olmalarından söz edilemeyecektir. Bir diğer ifade ile çocuğun sol kolunun üçte birinin olmamasının müsebbibi doktorlar değildir. Bu durumda modern hukukun en önemli fetihlerinden birisi olan illiyetin (nedensellik) varlığının araştırılması gerekmektedir.
Zira tazminat sorumluluğunda illiyet bağı mutlaka aranan, olmazsa olmaz bir koşul deyim yerindeyse sorumluluğun temel ilkesi olarak kabul edilmektedir. Zararlı sonuç ile davranış veya olay arasında sebep sonuç bağı kurulamıyorsa o zararlı sonuçtan dolayı sorumluluk da olmayacaktır. Bu kuralın ya da ilkenin somut olaya da uygulanması gerekmektedir. Bu durumda şu sonuçlara ulaşılması mümkündür:
Şayet doktorların eylemi kusurlu bulunmuş ise bu durumda anomalinin tespit edilmesi gereken tarih önem taşımaktadır. Dosya içindeki Adli Tıp raporlarına bakılırsa, anomalinin gebeliğin on haftadan daha büyük olması halinde tespit edilmesi gerekmektedir. Bu durumda Nüfus planlaması Hakkında Kanun uygulama yeteneği kazanır. Bu Kanunda on haftadan büyük gebeliklerin tahliye edilmesi sadece iki durumda mümkündür: 1.Gebeliğin annenin hayatını tehdit ediyor ya da edecek olması, 2. gebeliğin doğacak çocuk ile onu takip edecek nesiller için ağır maluliyete neden olması. Eğer bu iki koşuldan en az birisi bulunmuyorsa gebeliğin sonlandırılması mümkün değildir.
Bu durumda somut olguya dönecek olursak: Doktorların çocukta var olan fiziksel maluliyetin ortaya çıkmasında bir kusuru bulunmamaktadır. Bu durumda gebe ve eşi sadece rahim tahliyesi yaptırma imkanını kullanamamaları bakımından zarar görmüş olabileceklerdir. Ancak bebekteki anomali sol kolun proksimal (dışarı doğru) üçte birlik kısmının bulunmamasıdır. Böyle bir durumun gebeliğin sonlandırılması için yeterli sebep teşkil etmeyeceği açıktır. Zira, bu sorunun doğacak çocuk için kanundaki ifadesi ile “ağır bir maluliyet” olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle somut olayda hekimlerce ailenin bilgilenme hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılabilir. Ancak nedensellik zincirini doğumsal anomali sebebiyet vermeye kadar uzatmak mümkün değildir.
Nitekim Yargıtay da bu çözümü benimsemiştir. Yargıtayın bu konudaki kararında şu ifadeler yer almaktadır: “Bu durumda, davacı küçüğün var olan fiziksel sorunlarının 2857 Sayılı Kanun’un 5. maddesinde yer bulan tahliye koşullarına uygun olup olmadığı hususunda rapor alınması gerekir. Hamileliğin süresi ve küçükteki var olan fiziksel noksanlığın 2857 Sayılı Kanun’un 5. maddesi uyarınca gebeliğin sonlanmasına olanak verdiğinin tesbiti halinde, davacı küçük çocuğun kürtaj yoluyla tahliye edilmesine kusurları ile engel olan davalıların bu eylemleri ile kürtaj olunmaması arasında uygun illiyet bağı bulunduğundan davalıların talebinin değerlendirilerek sonuca ulaşılması, tahliyenin mümkün olmadığının tespiti halinde ise mevcut sakatlık ile davalıların eylemi arasında illiyet bağı olmadığından davanın reddine karar verilmesi gerekir.”
YAZIYI PAYLAŞ
YORUMUNUZ VAR MI?