“Türkçe “Ki”, Çince “Chi”, Sanskritçe’de “Prana”, Parapsikoloji alanında ise “Psi” enerjisi olarak adlandırılan, fiziksel bedenin çok ötesinde bir enerji olan hayat enerjisi, fizik kanunlarıyla açıklanamayan, tanımlanamayan, beyne bağlı bir enerji değil, bütünsel varlığımıza ait bir enerjidir. İnsanoğlu hayat enerjisini gün içinde pek çok şekilde kullanır ve tüketir. Ancak gün içerisinde bu enerjiyi tekrar kendimizde depo ederiz yani bir anlamda kendimizi sürekli şarj ederiz. Ancak çoğu zaman tükenen bedenimizi yeniden nasıl toparlayacağımızı bilemez ve süreci akışına bırakırız. Fakat günlük akışta blokajlar, kesintiler oluşursa hastalıklar ortaya çıkar. Bu sebeple vücudumuzu ve ruh sağlığımızı dengede tutmaya yarayan hayat enerjimizi nasıl yüksek tutacağımızın bilincinde olmamız gerekir. İhtiyacımız olan bu enerjinin büyük bir kısmını, bunu matematikleştirecek olursak yüzde 70 kadarını uyuduğumuz sırada alırız.
Yaşam enerjisini her an kullanırız, sabahtan akşama kadar düşünürken bile bu enerjiden tüketiriz. Bu enerjiye sahip olduğumuz sırada sıkıntı, dert bizim için anlamını yitirir. Her şeyi yapabilecek güçte ve heveste oluruz. Hayat enerjisi az olan insan üşenen, keyifsiz, isteksiz dolayısıyla tembel insan olur. En basit olaylar, eylemler bile bu kişiler için aşılamaz, halledilemez dertler olarak algılanır. Hayattan zevk almaz, evden çıkmak istemez. Kişiler hayat enerjisini iyi kullanamaz, kendilerini şarj edemez noktasına geldiklerinde depresyona girerler.
Etrafımızdaki insanların o günkü duruşlarından, beden dilinden bu enerjiye ne kadar sahip olduklarını anlayabiliriz. Bu enerji vücutta belli meridyenler üzerinden akarak vücudun tamamına kozmik bir enerji sağlar. Bu akışta blokajlar, kesintiler oluşursa hastalıklar ortaya çıkar. Blokajları ortadan kaldırıp akışı sağlamak için biyoenerji, reiki, akaapunktur gibi tedavi teknikleri uygulanabilir. Bu sebeple iyi, kaliteli bir uyku hayat enerjisi ile dolmamız için önemlidir.
Gün içinde yaptığımız eylemlere bağlı olarak da yaşam enerjisi ile dolmamız mümkündür. Anda kalarak, coşku ve istekle yaptığımız her şey bizi yaşam enerjisi ile şarj eder. Yaşam enerjisi soluma refleksi ile bedene girer. Ama bu size bu enerjinin havanın içinde olduğunu düşündürmesin çünkü havanın içinde değildir. Ki enerjisi bir tür etherik enerjidir. Bu enerjinin ana kanalı nefestir. Aldığımız doğru nefeslerle her an kendimizi bilinçli bir şekilde Ki enerjisi ile doldurmamız mümkündür.
Bedene burun yolu ile alınarak giren Ki, önce bir baston gibi yukarı sonra da iki kanaldan omuriliklerimizden geçerek birinci çakramıza gelir. Bu sebeple birinci çakramızın (kök çakra) hep açık olması, mıknatıs gibi bu enerjiyi çekmesi önemlidir.
Yaşam gücü enerjisi, bedende çakralar adı verilen bir dizi enerji merkezi boyunca hareket ederler. Hepimiz kuyruk sokumundan kafanın tepesine kadar 7 enerji merkezine sahibiz. Çakralar gözle görülmeyen güçlü elektrik alanlarıdır.
Çakralardan biri ya da daha fazlası tıkanmışsa veya dönüşü yavaşlamışsa yaşam enerjisinin dolamayacağı söylenir. Bunun sonucunda da hastalıklar ve yaşlılık ortaya çıkar. Bu sebeple çakralarımızın açık ve hızlı dönüşü, yaşam enerjimizi iyi kullanabilmemizin şartlarından biridir.
Hayat enerjimizi hızlı tüketen bazı dikkat etmemiz gereken durumlar vardır. Bunları sanki yaşam enerjimizi çalan kaçaklar olarak düşünebilirsiniz.
Bazı olumsuzlar karşısında şunları yapabiliriz:
Örneğin spor yapmak, kitap okumak, açık havada yürüyüş yapmak, çıplak ayakla toprağa basmak, yıkanmak, denize girmek, müzik dinlemek, ilim/bilim öğrenmek, birilerine yardım etmek, gönüllü veya karşılık beklemeksizin birilerine yardım etmek, meditasyon yapmak, dua etmek, ibadette bulunmak veya hoşunuza giden hobiniz ile vaktinizi geçirmek de size enerjinizi güçlendirmek veya bedeninizdeki dolaşımını geliştirmek için tavsiye edilebilir.’
Tıpkı bedenimizi tanımak, güçlü ve güçsüz yönlerini fark etmek gibi psikolojik yapımızı da tanımalıyız. İnsanın kendisini sürekli başkalarıyla kıyaslaması ve kendi yetenek ve sınırlarını tanımadan bir yarış sürdürmesi hayal kırıklığına neden olabilir.
Kişisel öykümüze bakarsak aslında yakın ilişkilerde, karar zamanlarında hep aynı senaryoyu tekrarladığımızı fark ederiz. Sonucun değişmesi için sadece diğer insanların, çevrenin, şartların değişmesini beklemek genellikle işe yarayan bir yöntem değildir ve değişmeyi göze almak zordur. Değişmeye hazır olmayan birinin herhangi bir yöntemden fayda görmesi pek mümkün olmaz.
Tıpkı bedenimiz gibi iç dünyamızın da sınırları vardır. Kalabalık bir yerde tanımadığımız biri bize fazlaca yaklaşırsa huzursuz oluruz. Aynı şey ilişkilerimiz için de geçerlidir. Bazı ilişkilerimiz daha yakın bazıları daha uzaktır ve mesafeyi biz ayarlarız. Üstelik ne kadar yakın olsak da aynı “ruh” değilizdir. Bizim üzgün olmamız başkalarının da üzgün olacağı anlamına gelmez. Sıkıntımızı başkalarının gidermesini beklemek, bizimle tam olarak aynı şeyi aynı hissetmesini hatta bizim yerimize hissedip bizim yerimize adım atmasını beklemek bir süre sonra çaresizlik hissi yaratır. Aynı şekilde başkalarının sınırlarını kabullenmek de önemlidir. Bu sağlandığında ilişkiler daha doyumlu ve kalıcı olacaktır.
Dürtüleri engelleyebilmek içimizden gelen şeyler için hemen harekete geçmemek, önce kendimize zaman tanımak demektir. Özgürlüğün istediğimiz her şeyi yapabilmek olduğuna inanırız. Oysa özgürlük, istediğin her şeyi yapabilmek değil bazı şeyleri istesen de yapmamayı tercih etmektir.
Hayatta her an engellerle karşılaşırız. Aradığımız kişi telefonu açmayabilir, çok çalıştığımız bir sınavı geçemeyebiliriz, en çok hak eden biz olsak da terfi alamayabiliriz. İstediğimiz arabaya paramız yetmeyebilir, sevgilimiz devam etmek istemeyebilir. Engelleri ve kayıpları kabullendiğimizde, toparlanıp yola devam etmek için daha çok şansımız olacaktır.
İstemediklerimize hayır diyebilmek sınırlarımız korumanın bir yoludur. Bazı insanlar, başkalarının sevgi ve onayını kaybetmemek için istemedikleri şeyleri kabul ederler. Ancak bu durum sevgiyi sürdürmeyi sağlamadığı gibi, insanda çaresizlik, sıkışmışlık hislerine yol açabilir.
İnsanın bir amacının olması, bir işi sahiplenmesi, emek vermesi doyumlu bir hayat için çok önemli. Bir araştırmada hayatta bir amacı olan insanların daha uzun yaşadığı gösterilmiş.
Geçmişi düşünmek bir dereceye kadar faydalıdır, çünkü kişisel tarihimiz bizi biz yapan şeylerden biridir. Geleceği planlamak bundan sonraki yol haritamız için gereklidir. Ancak geçmişle aşırı şekilde meşgul olmak, geçmişte yaptıklarımız ya da başımızı gelenler nedeniyle sürekli suçluluk hissine kapılmak hüzün yaratır ve biz bu düşüncelerle meşgulken bugün akıp gider. Sürekli geleceği düşünmek ve kontrol etmeye çalışmaksa kaygıya yol açar. Geçmişe saplanma ve geleceğe odaklanma arasında bir denge kurup tam da şimdiki zamanın farkında olmak hayatı ıskalamamanın yoludur.
Girişken olmak kendi fikirlerini, bakış açısını, duygularını başkalarına zarar vermeyecek şekilde ortaya koyabilmek demektir. Tıpkı hayır demekte olduğu gibi, pek çok kişi başkalarına ayıp olacağı ya da üzeceği endişesiyle kendini ifade etmekten kaçınır. Oysa kendi hislerimizi ve düşüncelerimizi ortaya koymamız ve onlarla temas içinde olmak, kendimizi fark etmenin de bir yoludur. Üstelik duyguları ifade etmek iç atışma yaşamaya engel olur ve kendini ifade eden insanlar genellikle diğerlerinin gözünde değer ve sevgi de kaybetmez. Kendini girişken bir biçimde ifade edemeyen insanlar sonunda pasif ya da saldırgan bir tutum edinirler ve her ikisi de çatışmaya yol açar.
Ruhsal sağlık ve beden sağlığının ayrı şeyler olduğu düşünülse de gerçekte zihnimiz ve bedenimiz sıkı bir etkileşim içindedir. İç dünyamızdaki çatışmaların bir kısmı, eğer başka bir ifade yolu bulamıyorsa, bedensel semptomlar şeklinde kendini gösterir. Bedenimizde olup bitenler nasıl hissedip nasıl düşündüğümüzü etkileyebilir. Sağlığı korumak için zihin ve bedene bir arada özen göstermek ve birbirinden bağımsız olmadıklarını fark etmek gereklidir.
YAZIYI PAYLAŞ
YORUMUNUZ VAR MI?