Sempozyumda ele alınan dikkat çeken başlıklar arasında kan kanserleri tedavisindeki yeni gelişmeler oldu. Bunlar arasında bağışıklık sisteminin güçlendirilerek tümör dokuyu yok etmesini sağlayacak tedaviler ve çok düşük miktarlardaki “rezidüel” (artık ya da artakalan) tümör dokunun erkenden yakalanmasına imkân veren yöntemler, oldukça dikkat çekti. Kanser hücrelerinin bağışıklık sisteminden çok iyi saklanabildiğini ve bu sayede hiçbir engele maruz kalmadan çoğalabildiğini söyleyen Prof. Dr. Mustafa Çetiner, bu hücreleri yeterince tanıyamayan bağışıklık sisteminin tümörle mücadelede yetersiz kalabildiğine dikkat çekti. Kanser hücrelerinin bir diğer özelliğinin ise genetik yapılarını hızla değiştirebilmeleri olduğunu dile getiren Prof. Dr. Çetiner, “Kanser hücreleri bu sayede hedefe yönelik uygulanan tedavilerin etkisinden kurtulmayı başarabiliyor. Bu iki özellik, kanserin tedavi edilebilmesinin önündeki önemli engeller olarak görülüyor. Bir diğer önemli nokta ise bilinen radyolojik, biyokimyasal ve klinik bulgularla görünürde tümörün tedavi edildiği sanılmasına rağmen gözden kaçan, fark edilmeyen ve kişinin bedeninde varlığını sürdürmeye devam eden kanser hücrelerinin yeniden tümörün nüksüne neden olmalarıdır” dedi.
Son yıllarda pek çok araştırma merkezinin hastaların kendi kan hücrelerinin kanserli hücreleri yok etmek üzere programlandığı tedaviler üzerinde çalıştığını belirten Prof. Dr. Çetiner, şu bilgileri verdi: “Bu tedavi yönteminde, öncelikle hastanın bağışıklık hücreleri toplanıyor ve hücreler genetik mühendislik teknikleriyle kanser hücreleriyle savaşmaya yönlendiriliyor. Son yıllarda tıp alanında yeni bir meslek doğdu: Tıp mühendisliği. Bu mühendislik çalışmalar sonunda hastanın kendi hücrelerini kanseri yok etmek için kullanabiliyoruz. Çünkü öncesinde kanser hücreleri kendilerini silikleştiriyor, bağışıklık sisteminin gözünden kaçmayı başarabiliyor ve bu sayede vücutta çoğalabiliyordu. Tıp mühendisleri, bağışıklık hücrelerini dışarı alıp, kanserli hücreyi tanımlayabilecek bir yapı kazandırdılar. Daha sonra bu işlenen hücreler, hastaya geri verildi ve sonuçların çok başarılı olduğu görüldü.”
Bu tedavinin “yeni umutlar” doğurduğunu belirten Prof. Dr. Çetiner, tıp mühendislerinin son yıllarda çok önemli tedavi yöntemleri üzerine çalıştığını dile getirdi: “Bunlardan ilki CARR teknolojisi adı verilen bir teknoloji. Bu tedavi yaklaşımında tümör hücrelerini tanıyan ve monoklonal antikor ismi verilen moleküller ile tümör hücreleri işaretleniyor. Bağışıklık sisteminde rol alan ve tümör hücrelerini yok etme yeteneğinde olan hastanın T hücreleri, bu işaretlenmiş tümör hücreleri ile laboratuvar koşullarında tanıştırılıyor ve tümör hücrelerine karşı aktif hale getiriliyor. Bu hücreler daha sonra hastaya geri veriliyor. Bu sayede en büyük yetenekleri bağışıklık sisteminin gözünden kaçmak ve saklanmak olan tümör hücreleri, bu eğitimli T lenfositlerce tanınıyor ve yok ediliyor. Çok ama çok kompleks bir süreç bu.”
Prof. Dr. Burhan Ferhanoğlu ise bu tedavinin tamamen kişiye özel olduğunu vurgulayarak önümüzdeki yıllarda kanser tedavisinin giderek “kişiye özel” geliştirileceğini söyledi: “Bağışıklık sistemi hücrelerin hastadan alınması, işlenmesi ve yeniden hastaya verilmesi yaklaşık 10-11 günü buluyor. Şimdilik özellikle B hücreleri lenfoma ve lösemilerin tedavisinde kullanılan bu teknoloji gelecek günlerde multiple miyelom gibi diğer kan kanserlerinin ve ardından tüm kanserlerin tedavisi için de umut vaat ediyor.”
Toplantıda konuşan Prof. Dr. Burhan Ferhanoğlu, “rezidüel” (artık, artakalan) kanser hücrelerinin, tespit edilmesinin tümör tedavisinde çok önemli olduğunun altını çizdi ve rezidüel tümörün saptanmasını sağlayan yeni yöntemlerin, kanser tedavisindeki başarıyı doğrudan etkilediğine vurgu yaptı. Prof. Dr. Çetiner ise rezidüel hücrelerin, tümörün bir çeşit “parmak izi” olduğuna dikkat çekip, araştırmacıların bu izi yakalamalarının önemine dikkat çekti: “Radyolojik ve klinik olarak düzelen hastalarda bu izin bulunması tümör nüksüne karşı uyanık olmayı sağlıyor ve nüksün önlenmesine yardımcı oluyor.”
Uluslararası Miyelom Vakfı’ nın (IMF) kurucularından ve miyelom tedavisinde dünyanın en önemli isimlerinden Prof. Dr. Brian Durie ise bu teknolojinin özellikle miyelom tedavisinde diğer yeni ilaçlarla birleştirildiğinde çok büyük başarı sağlanabileceğine inandığını belirtti.
Brian Durie, ayrıca bu yöntem sayesinde tümör hücrelerinin genetik yapılarını değiştirseler bile bağışıklık sisteminden kaçamadıklarını söyledi.
Kanser alanında hasta hakları konusundaki dünyanın en güçlü vakıflarından IMF’nin başkanı Susie Novis ise bu yeni gelişmelerle “Siyah Kuğu” hayaline daha çok yaklaşıldığını vurguladı. “Siyah Kuğu” projesi tüm dünyada tamamen tedavi edilen ilk miyelom hastasını bulmayı amaçlıyor. Şimdiye kadar tedavide büyük başarılar elde edilse de hiç bir hastanın tamamen tedavi edilmediğini söyleyen Susie Novis, bu proje sayesinde dünyanın bu alandaki tüm bilim insanlarının ve ilaç firmalarının bir araya geldiğini ve “siyah kuğu”nun bulunmasının an meselesi olduğunu dile getirdi.Tedavi maliyetleri konusunda da konuşan Susie Durie, maliyetlerin büyük olduğunu ancak ilaç maliyetlerinin, araştırmaların hızını kesmemesi gerektiğini söyledi. Susie Novis, bir ilacın başlangıçta yüksek maliyetinin olduğunu ancak süreç içinde bu maliyetlerin düştüğünü belirtti.
YAZIYI PAYLAŞ
YORUMUNUZ VAR MI?