6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, iş sağlığı ve güvenliği konularının ele alındığı bir dizi Üçlü Danışma Kurulu toplantılarından sonra şekillenmiştir. ILO tarafından 2 Haziran 1976 tarihinde kabul edilen sözleşmeyi, ülkemiz 1993 yılında onaylamıştır.
Bu sözleşmeye göre Devlet, İşçi ve İşveren temsilcilerinden oluşan bu üçlü kurulun etkin bir şekilde işlemesi gerekirken bizde maalesef, bu Üçlü Danışma Kurulunun; Devlet ayağı siyasete, işçi ayağı sendikaya, işveren ayağı da sermayeye koşulsuz olarak teslim edildiğinden, bugün ne işçinin sorununa çözüm bulabiliyoruz ne de işverenin.
Önce bu üçlünün Devlet ayağına bir bakalım.
Sendikalar haklı olarak soruyorlar? Bakanlığınız büyük bölümünü bizlerden aldığı vergilerin ne kadarını bizim refahımız için kullanıyor? Hükümetiniz halktan, işçilerden, emekçilerden aldığı vergilerin ne kadarını iş cinayetlerinin önlenmesine harcıyor? Her 100 işyerinden sadece 3’ünü denetleyebilen Bakanlığınız, iş cinayetlerinin önüne geçmek için bütçesinden ne kadar para ayırıyor?
Bir kısmını işçilerin aylık brüt ücretleri üzerinde kestiğiniz işsizlik fonunun ne kadarını işsizler için kullanıyorsunuz? Her toplu sözleşme döneminde işçi sağlığı ve güvenliği dahil çalışma yaşamına ilişkin getirdiğimiz onlarca öneriyi “bunlar toplu sözleşmenin konusu değil diye geri çeviren sizin hükümetiniz, bakanlığınız değil mi? Kamu çalışanlarını yasanın kapsamına almakla övünecekler. Ama yasada 2014 yılının altıncı ayından itibaren, yani 1 ay sonra uygulamanın başka bir torba yasa ile iki yıl sonrasına, 2016 yılına ertelendiğine değinmeyecekler.
Bakanlığın kültür eksikliğini sorunun temeline koyması temel hatalardan biridir. Bunun için de Bakanlıkta yaşanan kazalarda daha çok çalışanı suçlayan, sorunu toplu önlemlerden çok bireysel önlemlere indirgeyen bir bakış açısı hakimdir.
Bu Üçlü Danışma Kurulunun Sendika ayağına gelecek olursak; Sendika Fransızca Sendik sözcüğünden türemiş ve bir birliğin,ortaklığın veya alacaklıların haklarını korumakla görevli kimse anlamına gelmektedir. Günümüzde ise sendika genişletilmiş anlamı ile; İşçilerin veya işverenlerin iş, kazanç, toplumsal veya kültürel konular bakımından çıkarlarını korumak ve daha da geliştirmek için aralarında kurdukları birlik anlamındadır. 18/10/2012 Tarihinde Kabul edilen,6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu;Bugün sendikalar hakındaki son yürürlükte olan ve uygulanan kanundur.
Bu Sendikalar Kanunu’nun ilk maddesi, sendikaların kuruluş amacını “Çalışma ilişkilerinde ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerin korunması ve geliştirilmesi” olarak tanımlamaktadır. Bu tanım doğrultusunda, sendikaların işçilerin sağlığının korunması ve geliştirilmesiyle uğraşmasının da, bu örgütlerin varoluş nedenleriyle uyumlu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Aynı Kanunun 58. Maddesi ne göre;
MADDE 58 – (1) İşçilerin, topluca çalışmamak suretiyle işyerinde faaliyeti durdurmak veya işin niteliğine göre önemli ölçüde aksatmak amacıyla, aralarında anlaşarak veya bir kuruluşun aynı amaçla topluca çalışmamaları için verdiği karara da uyarak işi bırakmalarına grev denir. Ortada bir grev var kanunda da bunun yeri var,kendilerine göre haksızlığa uğradıklarına inanarak topluca iş bırakmışlardır.
Devlet’te haklı olarak soruyor?
Mayıs 2014’te Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen “VII. Uluslar arası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı”nda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik bu konferansın tanıtım toplantısında yaptığı konuşmada; “Sendikalar işçilerden almış oldukları aidatın ne kadarını iş sağlığı güvenliği ve eğitimi için, işçilerin hayatını kaybetmemesi için harcıyor? Çıkıp bunun hesabını versinler. Sendikacılık demek yalnız ücret sendikacılığı değil” demiştir.
Yapılan araştırmalarda bir çok sendikanın programlarında,yayınlarında, İş Sağlığı Güvenliği bakımından yapılması gerekenler konusunda birçok yazı, makale mevcut.
Ama ne kadarı hayata geçirilebilmekte? Oysa Bireysel ve kurumsal anlamda yerleşmesi beklenen iş sağlığı ve güvenliği bilincinin oluşturulmasında sendikalara çok önemli görevler düşmektedir. Bu güne kadar yapılan yasal grevlerin hiç birinde, sendikayı greve
götüren nedenler arasında iş sağlığı ve güvenliği koşullarındaki yetersizlik gösterilmemiştir. Oysa bu gerekçenin sözü edilen nedenler arasında gösterilmesi, kamuoyunu olumlu yönde etkileyecektir.
Günümüzde, sendikalı işçilerin eylemlerine, toplumun yeterli desteği vermemesinin altında, sorunların paylaşılmaması, ortak hareket zeminlerinin yaratılmaması ve toplumsal dayanışmanın geliştirilmemiş olması yatmaktadır. Sendikalar, ücret-dışı konularda, kendilerini işyerinin vazgeçilmez bir parçası olarak kanıtlama çabası içine girmemişlerdir. Mesela; Silikozis, 400 yıldan fazladır bilinen bir akciğer hastalığıdır. Agricola 1556 da yazdığı Treatise on Mining adlı kitabında ve daha sonra da 1713’te Ramazzini, bu hastalığı, kaya parçalama (taşocağı) işçilerinin ve madencilerin yakalandığı bir akciğer hastalığı olarak tanımlamışlardır.
Günümüzde de, moda diye kotlar beyazlatılıyordu ya,buna kot kumlama deniyor. Bu kot kumlamada çalışanlardan, silikozise yakalanıp, yüzlerce kişi can verip,hastalandıktan sonra, Türkiye’de Sağlık Bakanlığı yayınladığı bir genelge ile Mart 2009’da kot kumlamayı yasaklamıştır. Amerika Ulusal İş Sağlığı Güvenliği Enstitüsü ( NIOSH ) tarafından 8 saat içinde solunmasına izin verilen silika kristali düzeyi 0.05 mg/m3’dür. Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları bölümünün araştırması sırasında yapılan ortam ölçümlerinde elde edilen seviye, izin verilen değerin 300 katıdır.
1556 yılından 2009’a Silikozis’i ve zararlarını biz daha yeni farkettik. Ama bu yıllara kadar yüzlerce grev oldu. Sağlıksız insan asgari ücretin beş katı ücret alsa ne olacak,yiyemedikten sonra. Yaşama hakkı, diğer bütün hakların da kullanılmasına olanak veren en temel haktır ve birinci derecede güvence altına alınmalıdır. Sağlık, her şeyden önce bireylerin ekonomik, sosyal, kültürel, medeni ve siyasi nitelikli temel haklarının başında gelen temel bir insan hakkıdır.
Bugüne değin, sendikaların, “ücreti ödenmek koşuluyla” fazla mesailer konusunda bir tepki gösterdiğine rastlanmamıştır. Tersine, sağlık kurallarına ve yasalara aykırı da olsa, fazla mesai yapmayı üyelerinin istemesi gerekçesine dayanılarak, bu konuda sessiz kalınmanın yeğlendiği, tartışmalarda da açığa vurulmaktadır. Daha son torba yasa da kabul edildi.Buna sağlık sektörünü de ilave etmişler,çalışanın muvafakatı ile elinden bir belge almak kaydı ile fazla çalıştırılabilecek. Ama haftalık çalışma saati diğer bir yönetmelikle belirlenmişti hani.Bundan fazla olamazdı.
Diğer bir yerde de denkleştirmeden bahsediyor.Yani fazla çalıştır ama bunu haftalık çalışma süresi ile denkleştir. Oldu bunu da sen denetlemeye geldiğinde ara ki bulasın.
Tamam yönetmelikler de eksiklikler,uygulanması zor hatta imkansız bir çok kararlar var.
Bakanlığın bir çok hatası var,ama sendikalar nerede? Sendikacılık “profesyonel sendikacılıktan” uzaklaştırılmalıdır. Kimse “benim mesleğim sendikacılıktır” diyememelidir. Profesyonelleşen sendikacılık “sararmaya mahkûmdur”.
Sendikalarda iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve diğer teknik elemanlar bolca istihdam edilmeli,hatta sendikacılığın ana savaşçıları bunlar olmalı. Üçlü Danışma Kurulunun işveren ayağına gelecek olursa. Bugün, 21.05.2015 Renault’un Kıdemli Başkan Yardımcısı ve Avrasya Bölgesi Başkanı Jean Christophe Kugler bir açıklama yaptı. Otomotiv sektöründeki iş bırakma eylemini değerlendirdiği bu açıklamasında devam eden üretim duruşlarının Türkiye için bir tehdit ama aynı zamanda global bir sorun olduğunu, ”Türkiye’ye uzun vadeli bakıyoruz ama eğer istikrarsızlık geldiğini görürsek o zaman yatırımlarımızı gözden geçiririz’’ dedi.
İşveren ayağı da özetle bu, adam gider Çin’e yatırım yapar. Sahi bu arada Devlet, Sendika, İşveren dedikte birilerini unutmadık mı? Okumuşunuzdur belki ama birde ben yazmadan edemeyeceğim. Devlet bir gün geniş ve boş bir araziye geceleri göz kulak olacak, 500 TL maaşla, bir bekçi işe almaya karar vermiş. Bir süre sonra düşünülmüş:
– Peki, talimatlar olmadan bekçi işini nasıl yapacak?
Bir planlama birimi kurulmuş ve planlamayı yapmak üzere, 750’şer TL maaşla, iki kişi işe alınmış.
Bir süre sonra “İşleri yapıp yapmadıklarını nasıl kontrol edeceğiz?” diye düşünülerek, 1.000’er TL maaşla, iki denetmen işe alınmış; biri denetim yaparken diğeri raporları yazmaya başlamış.
Bir süre sonra “Bunların maaşları nasıl hesaplanıp, nasıl ödenecek?” diye tartışılmış ve 1.500’er TL maaşla, bir muhasebeci şefi, bir katip, bir de istatikçi işe alınmış.
Bir süre sonra “Peki bunlardan kim sorumlu olacak?” diye düşünülmüş ve 5.000 TL maaşlı bir müdür ve 3.000’er TL maaşla iki de müdür yardımcısı işe alınmış.
Bir süre sonra, ülkede ekonomik kriz çıkmış. Bütçedeki masrafları kısmak için bekçiyi işten çıkarmışlar!..
Devlet,Sendika ve İşveren hepsi çalışanın sırtından kazanıyor,ama her seferinde ilk feda edilen maalesef ,krizleri çıkaran işçi oluyor,hepimiz aynı gemide olsak da.
Not: İşini iyi yapan,Sendika, İşveren ve Devlet memurlarını (mutlaka var) hariç tutuyorum.
YAZIYI PAYLAŞ
YORUMUNUZ VAR MI?