Psiko-onkoloji, kanser tedavisinde giderek daha fazla önem kazanıyor! Kanser hastaları tanı, tedavi ve hastalığın ileri evrelerinde çeşitli ruhsal ve davranışsal tepkiler gösterebiliyorlar. Kemoterapi, radyoterapi ve cerrahi müdahaleler de kişinin psikolojisini bozabiliyor. Bunların yanı sıra hastalığın kendisinin de psikiyatrik sorunlara neden olabildiğini belirten Doç. Dr. Haldun Soygür, psiko-onkolojik tedavinin, genel tedavinin ayrılmaz bir parçası olduğuna dikkati çekti. Psiko onkolojinin hastaya, hasta yakınlarına ve onkoloji ile uğraşan insanlara hizmet vermeyi de amaçladığını belirten Doç. Dr. Soygür, “Pek çok kanser hastalığında tıbbi onkoloji, genel cerrahi veya cerrahi onkoloji devreye giriyor. Tıpkı bunlar gibi psikolojik tedavilerin de devreye girmesi gerekir” diyor.
Kanserin ciddi bir toplum sağlığı sorunu olduğunu ve giderek daha sık görüldüğünü anlatan Doç. Dr. Soygür, kanserin tedavisinde psiko onkoloji disiplinin yeri ve önemi hakkında ONCOlife Dergisi Ankara Temsilcisi Hatice Pala Kaya’nın sorularını yanıtladı.
Doç. Dr. Haldun SOYGÜR: Kanser elbette biyolojik tabiatı olan bir hastalık ama herhangi birimizin böyle bir rahatsızlıkla karşı karşıya kalması durumunda hem o bireyin hem de yakınlarının, ailesinin yaşamının altüst olması söz konusu.
Kanser tedavisi sürecinde psikolojik hasara zamanında müdahale edilmeli
Çünkü çeşitli kanser türlerinin günümüzde erken tanı ile pek çoğu tedavi edilebilse de, sağ kalma oranları çok daha artmış olsa da, kanser denildiği zaman bir biçimde ölümü ve acılar içinde kıvranarak perişan olmayı, olumsuzluğu çağrıştıran bir kavram akla geliyor. O nedenle de hem bireyin hem de ailenin çok ciddi tepkileri olması kaçınılmaz bu rahatsızlık karşısında. Hatta belki buna kanser ile ilgilenen sağlık çalışanlarını da katmak lazım yani onlar da çok ciddi, çok önemli bir işle uğraşıyorlar.
Bir yandan üzerlerinde çok büyük bir sorumluluk var ve iyi şeyler yapıyorlar ama rahatsızlığın doğasından kaynaklanan güçlükler ortaya çıkabiliyor. Kimi zaman bu güçlükleri hasta ve yakınlarıyla paylaşmak durumunda kalıyorlar. Bir de hakikaten uzun soluklu bir mücadele olduğundan onlar için de tüketici ve yorucu bir kavram söz konusu.
Doç. Dr. Haldun SOYGÜR: Bu sorunuza cevap vermek için bir adım geriden belki “Konsültasyon Liyezon” psikiyatrisinden başlamak lazım. Biz konsültasyon liyezon psikiyatrisi dediğimizde şunu anlıyoruz; tıbbi nedenlerle veya cerrahi nedenlerle hastanede yatan ya da ayaktan tedavi gören hastaların herhangi bir biçimde ruhsal problemleri olduğunda hekim arkadaşlarımız bizden konsültasyon isterler.
Bu zaten tıbbi pratikte çok yaygın olan bir şeydir. Ama bir de liyezon, yani bağlantı psikiyatrisi dediğimiz bir şey var. O da birlikte, çok daha organize bir şekilde çalışmak anlamına geliyor. Liyezonda, psikiyatri diğer tıp disiplinleriyle daha kurumsallaşmış, daha organize olmuş, daha iç içe bir çalışma yürütür. Şimdi bu kavramların ışığında yani bir konsültasyon liyezon psikiyatrisi alt disiplini olarak psiko onkolojiyi görmeliyiz, tıpkı psiko dermotoloji, psiko-kardiyoloji gibi.
Dolayısıyla psiko onkoloji dediğimiz zaman şunu anlamalıyız: Bir; kanserin gerek nedenleri, gerek işleyişi, akışı, süreci, gidişi ve sonlanımı üzerinde ulusal, toplumsal faktörlerin oynadığı rolleri aydınlatmaya, açıklamaya çalışan, iki; kanser rahatsızlığının hasta, hastanın yakınları ve kanserle ilgilenen insanlar üzerinde oluşturabileceği ruhsal, toplumsal bir takım sıkıntıları önce saptayıp sonra da nasıl giderebileceğimizle ilgili bir disiplinden bahsediyoruz demektir. Dünyanın pek çok önemli gelişmiş ülkesinde bütün ciddi ve saygın onkoloji hastanelerinde mutlaka psiko onkoloji birimleri vardır.
Doç. Dr. Haldun SOYGÜR: Onkolojik, ayaktan ve yataklı hizmet veren bir kurumun bana göre olmazsa olmaz disiplinlerinden bir tanesi psiko onkoloji birimidir. Bu birimin ana yapılanmaya sayısız katkıları olacaktır. Elbette psiko onkolojinin şöyle bir iddiası yok; herhangi bir kanserli hastayı psiko onkoloji birimi tedavi edecek.
Hastanın doktoru belli, ekip belli, hasta belli, herkes belli. Ama orada iyi bir işbirliğini sağlamak lazım. Pek çok kanser hastalığında diyelim ki tıbbi onkoloji devreye giriyor, genel cerrahi veya cerrahi onkoloji devreye giriyor. Benim düşüncem, tıpkı bunlar gibi psikolojik tedavilerin de devreye girmesi gerekir. Nasıl ki bazen bir meme kanserinde özellikle lenfle oynanmışsa fizyoterapinin anlamı var, bana sorarsanız o hastada en az fizyoterapi kadar psiko terapinin de anlamı var.
Esas olan hasta olduğuna göre, öncelikle hastadan başlayalım. Bir insana kanser tanısı konuldu. Bu andan itibaren, yani kanser tanısı konduğu andan itibaren ruhsal, toplumsal süreçler işlemeye başlıyor. Çünkü bu tür kötü haberler karşısında hepimizin verdiği bir takım evrensel tepkiler var. Başlangıçta “bu gerçek değil, bende böyle bir şey olamaz” gibi bir şok yaşama, bunu bir anlamda inkar etme sürecinden geçebilir insan evrensel anlamda. Sonrasında çok ciddi bir öfke duyabilir; neden ben. Bu da çok önemli bir tepki.
Fakat giderek insan süreç anlamında o öfkeyi de yaşadıktan sonra depresif bir kabulleniş, bir hüzün, keyifsiz, tatsız da olsa bir kabulleniş süreci geliyor. Sonra da durumun gerçekliğini algılayıp bir pazarlıkla ne yapılacaksa onu yapıyor. Olağan süreç böyle işler. Burada en önemli nokta, her ne olursa olsun, her aşamada tabii ki destek ihtiyacı olabilir ama insan kendisi de bu süreçlerden geçebilir. Esas önemli olan tedavi işbirliği. İnsanın kansere karşı ilk planda verdiği duygusal tepkiler önemli oluyor.
İkincisi, kimi zaman bu tepkiler, bir de kısa süreli bir şeyden bahsetmiyoruz uzun soluklu bir şey olduğu için süreç içinde bir takım daha ciddi ruhsal tablolar ortaya çıkabilir. Şöyle özetleyecek olursak, kanser rahatsızlığına yakalanan insanların yaklaşık yarısında bir ruhsal tanı çıkıyor. Bu arada öbür yarıda ruhsal tanı yok ama bir sürü sıkıntı, dert, tasa, stres olabilir. Yarısında bir psikiyatrik tanı var.
O yarısının üçte ikisinde anksiyete ve depresyon belirtileriyle seyreden uyum bozukluğu var. Yüzde 15-20 civarında major depresif bozukluk var. Bir de deliryum dediğimiz bir tablo var. Deliryum aslında tamamen tıbbi nedenlere bağlı olan bir tablodur. Diyelim ki bir kanser hastası beyin metastazı yapabilir, beyin metastazı yaptığı zaman beyin fonksiyonlarını etkiler ve hastada bir takım ruhsal bozukluklar ortaya çıkabilir.
Yani insanın bir ameliyat sonrası kanındaki sodyumun, potasyumun değerlerinin değişmesi bile deliryum yapabilir. Ama esas nedeni ortadan kaldırdığınızda geçer. Hatta kanser tedavisinde kullanılan kimi ilaçlar da insanın ruhsal durumunu etkileyebilir.
Yaşlı kanser hastaları da tedaviden ciddi oranda fayda görebilir
Örneğin, aynı zamanda hepatit tedavisinde kullanılan interferon çok ciddi depresyon yapar, bunun bilinmesi gerekir. Giderek bu etkiler azalıyor ama pek çok diğer ilacın da kusma, başka rahatsızlıklar vermesi, halsizlik, yorgunluk gibi etkileri oluyor. Dolayısıyla kemoterapi de insanın ruhsal sağlığını bir parça olumsuz yönde etkiliyor. Psiko onkolojinin sadece ortaya çıkan ruhsal hastalıkla uğraşmak gibi bir amacı yok. Aynı zamanda hastaya, yakınlarına ve onkoloji uzmanlarına hizmet vermeyi de amaçlıyor.
Kanser hastalığı tanısı almış bir insanda stresle baş etme yöntemleri anlamında ya da bir takım sağlığa uygun olmayan, örneğin sigara içme davranışı, bu da ciddi anlamda yardım gerektiren bir durumdur. Böyle durumlarda da işe yarayan bir disiplin. Bu arada, psiko onkoloji ekibinin kendisi de multi disiplinerdir. Yani, psiko onkoloji alanında eğitimli bir psikiyatrist, bu alanda eğitimli klinik psikologlar, sosyal hizmet uzmanları, psikiyatri hemşireleri psiko onkoloji ekibini diğer onkoloji ekibiyle oluşturur.
Doç. Dr. Haldun SOYGÜR: Hem kanser tedavisinin kendisi multi disipliner ama aynı zamanda kanser tedavisinde mutlaka rolü olması gereken psiko onkoloji disiplininin kendisi de multi disiplinerdir. Burada hastanın asıl birincil tedavisini yapan medikal onkoloji, onkolojik cerrahi ya da radyasyon onkolojisi hekimlerinin hastalığın psikolojik boyutlarıyla ilgili duyarlılıkları ve bilgileri de çok önemli. Elbette onlar çok ağır sorumluluklar gerektiren, hayatla ölüm arasında bir yerde, çok ciddi işler yapıyorlar.
Burada gözden kaçırılmaması gereken şey şudur; biz hep onu iddia ediyoruz, diyoruz ki ruhsal, toplumsal belirti ve bulgular altıncı vital bulgudur. Vital bulgu nedir; hastanın vücut ısısı, hastanın nabzı, kalp atım sayısı, tansiyonu ya da ağrı gibi. Öyle ise hastayı takip ederken, onkoloji grubundaki arkadaşlarımızın tıpkı hastanın tansiyonunu, ateşini, arteriyel kan basıncını not eder gibi ruhsal durumunu da not etmeleri gerekir. Bunu da yine batılı ülkelerden model alarak kolaylaştırmak ve ekonomize etmek önemli.
Herhangi bir şeyde bizim yardımımızın dokunabilmesi için her şeyden önce o durumu tanımamız, bilmemiz, anlamamız, saptamamız lazım. Onkoloji Hastanesi’nde çalıştığım dönemlerde meme kanseri hastalarına yönelik olarak yürüttüğümüz destek grupları vardı. Yani aynı rahatsızlığı yaşayan insanlar bir grup terapistinin eşliğinde bir araya geliyorlardı. Aynı zamanda orada bir takım uğraşlar, sanat faaliyetleri de yapılıyordu.
İmmüno onkoloji ile kanser tedavisinde yeni bir çağın kapıları açılıyor!
Bu insanların o dönemi başarıyla geçmelerinde, birbirleri ile etkileşime girmelerinde, sonra iyileşen hastaların diğerlerine o iyileşme sürecini anlatmaları ve birbirlerine yardımcı olmaları bakımından çok değerli. Kimi zaman da doğrudan doğruya bireysel psiko terapiye ihtiyaç duyulabilir. Sonuçta kanser hastasının ruhsal ve toplumsal ihtiyaçlarını saptayıp, ki bizim ülkemize özgü sorunlar da olabilir bunlar. Kadıncağız filanca köyden gelmiştir ve yanında kimsesi yoktur, asık suratla yatıyordur.
Eğer siz kimsenin onun ziyaretine gelmediğini bilmiyorsanız bunun altında başka bir sebep arayabilirsiniz. Yani altından bu kadar sade ve toplumsal bir neden çıkabilir. Bazen sorun çok yakınınızdadır ama siz görmüyorsunuzdur.
Ayrıca ailenin çok iyi ele alınması lazım. Orada çok farklı bir denge var. Ailenin mutlaka çok iyi bilgilendirilmesi ve konuyla ilgili aktif sorumluluklarının altını çizmek gerekir. Onların da bazen yerli, yersiz, haklı, haksız çeşitli tepkileri olabilir ama bu tepkilerin bir biçimde savunulması gerekir. Bazen öyle olur ki hastanın tepkisini bir tarafa bırakıp, ailenin tepkisiyle uğraşmak zorunda kalabilirsiniz.
Doç. Dr. Haldun SOYGÜR: Onkoloji disiplininde çalışan arkadaşlarımızın temel iletişim becerileri konusunda yenilenmeye ihtiyaçları olabilir. Elbette hepsi biliyorlardır ama daha orada incelik arzeden şeyler var, bu konularda katkı ihtiyaçları olabilir. Yine bu disiplinde çalışmak, onkolog olmak ya da onkolog hemşiresi olmak tükenmişliğe çok yatkın bir alan. Tükenmişlikten kastettiğimiz şey şudur; bir alanda uğraş veriyorsunuz.
Büyük bir çabayla, gayretle işin içine dalıyorsunuz. Hatta biraz iyiyseniz daha çok dalıyorsunuz, kendinizi paralıyorsunuz. Fakat bir süre sonra gücünüz, kuvvetiniz tükenmeye başlıyor. Kendinizi daha yorgun, halsiz, bitkin, demotive hissetmeye başlıyorsunuz. Tükenmişlik bazen depresyona kadar varabiliyor. O noktada işte onkoloji ekibinin kendisini gözden geçirmesi gerekiyor.
Onkoloji ekibinin de demek ki kendi kendilerine destek grupları olabilir. Bu konuda stresle baş etmeleri, her şeyden önce onların da insan olduklarını unutmamaları gerekir. Ölümle bu kadar iç içe yaşarken onların da kendilerine vakit ayırmaları gerektiğinin farkında olmaları lazım. Dolayısıyla psiko onkolojinin bir önemli katkısı da belki bu alandadır.
Ölüme karşı kanıksama da tükenmişliğin aslında komponetlerinden biri. Şununla karıştırmayalım; ameliyat yapan bir cerrahın kan görünce kötü olması gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Kanıksadık, yapıyoruz, o ayrı. Orada tamamen teknik bir şey söylüyor. Ama ölüm, acı, sıkıntı burada tırnak içindeki “duyarsızlık” o zaten tükenmişliğin bir belirtisi.
Biz alıştık yapıyoruz söyleminin arkasında derin bir tükenmişlik olabilir, onu anlatmaya çalışıyorum. Dolayısıyla insanların ayakları geri geri gitmeye başlar. Sabah şu saatte iş yerinde olacak ama biliyor ki gittiğinde birçok şey onu bekliyor. Yavaş yavaş tükenir insan. İnsanız, tükeniriz. Onkolog arkadaşlarımız ciddi bir işle uğraşıyor. Bunun da kendine göre baş etme yöntemleri var, her anlamda üstelik.
Doç. Dr. Haldun SOYGÜR: Ülkemizde ne oluyor diye bakarsak, Türkiye’de benim bildiğim kadarıyla ana olarak üç kurumda psiko onkoloji birimi bulunuyor. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde ciddi bir psiko onkoloji birimi var. İzmir’de de Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde böyle bir birim var. Bir de yaklaşık 10 yıl kadar önce, yani 2002 yılında bizim kuruluş çalışmalarını başlattığımız, Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde bir psiko onkoloji disiplini oluşturmuştuk.
Bazı özel hastanelerde zannediyorum ufak tefek hizmetler olabilir bu konuda. Giderek de artmaya başladı. Mesela Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin iyi bir konsültasyon psikiyatristi bölümü var ama psiko onkoloji ne kadar onun içindedir.
Bir başka nokta ise, psikiyatride bizim silahlarımız nedir; ilaçlarımız, psiko terapi tekniklerimiz var. Bireysel psiko terapi, grup psiko terapisi ve aile terapisi. Bir de sosyal müdahaleler var, krize müdahale gibi. İlaç konusu da burada ayrı bir zanaat arz eder. Çünkü ilaçlar birbirleriyle etkileşirler. Kanser hastası pek çok ilaç kullanan bir insandır. Dolayısıyla biz bazı incelikleri çok iyi bilmek zorundayız. Mesela; meme kanseri tedavisinde kullanılan tamoksifen diye bir ilaç var.
Tamoksifen’in hangi anti depresanlarla nasıl etkileştiğini bilmezseniz gelişigüzel bir anti depresan verdiğinizde hastada tamoksifen, tedavi edici kan düzeyinden düşer. Yurtdışındaki ciddi kanser kongrelerinde ilaç etkileşimleri ele alınıyor. Bizde de bunun konu edilmesi, önemsenmesi, dikkate alınması, bir alışkanlık ve fikir haline getirilmesi çok iyi olur diye düşünüyorum. Prof. Dr. Murat Tuncer’in Kanser Savaş Dairesi Başkanı olduğu dönemde kanser danışma kurulunun alt kurullarından bir tanesinin psiko sosyal tedaviler danışma kurulu olması kabul edilmişti. Biz bu konuda çok çaba gösterdik.
Bu da güzel bir gelişmeydi. Burada söz konusu olan insan olduğuna göre ve insanın da böyle ihtiyaçları olduğuna göre, bu disiplinin de katkıları ortada olduğuna göre kaçınılmaz bir şekilde psiko onkoloji disiplininin bu işe eklenmesi lazım. Burada sorun şu; Türkiye’de 100 bin kişiye kaç tane psikiyatrist düşüyor, 100 bin kişiye kaç psikolog düşüyor? AB ve ABD ortalamalarıyla karşılaştırdığınızda çok ciddi farklar var arada. Hatta AB ortalamasıyla Türkiye’deki psikiyatrist sayısı arasında uçurum var. Son yıllarda bu uçurum biraz kapatılmaya çalışıldı. Psikiyatrist sayısını artıralım diye kontenjanları artırdılar ama kalite ne oldu? Bu işin bir de kalite yönü var.
YAZIYI PAYLAŞ
YORUMUNUZ VAR MI?